Sinema insanın neşesidir, demiştik, nasıl ki insan insanın neşesiyse… Sonra bu zamanlar kaçırılmamalı diyerek izleyebildiğiniz kadar film izleyin demiştik… Çünkü İstanbul’un orta yeri sinemaydı.
Ve sonra;
Türkiye Sineması’nın nasıl ki yüzyıllık bir tarihi varsa, yüzyıllık bir sansür, yasak tarihi de var. Devlet bunu bir alışkanlık haline getirmişse bunda, biraz az biraz çok boyun eğmenin, sessiz kalmanın etkisi de var.
Ama unutmadan hatırlayalım şimdi devletin son sansür operasyonunu.
Tarih; 11 Nisan… Yer; Ağrı’nın Diyadin ilçesinin Yukarıtütek Köyü bölgesi.
Halkların Demokratik Partisi (HDP) ve Demokratik Bölgeler Partisi (DBP) öncülüğünde yapılmak istenen ağaç dikimi öncesi Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) bölgede operasyon başlatması üzerine PKK’liler ve askerler arasında çatışma çıktı.
Genelkurmay çatışmada beş PKK gerillasının yaşamını yitirdiğini iddia etti. Çatışmanın yaşandığı bölgeye giderek ölümlerin yaşanmasına engel olmak için canını kalkan olarak koymak isteyen HDP Diyadin eski Eş Başkanı Cezmi Budak askerlerin açtığı ateş sonucu yaşamını yitirdi.
Ertesi gün, 12 Nisan... Yer; Sinemanın orta yeri İstanbul.
Çayan Demirel ve Ertuğrul Mavioğlu’nun birlikte yönettiği “Bir Gerilla Belgeseli Bakur/Kuzey” belgeseli Kültür Bakanlığı tarafından “kayıt tescil belgesi” olmadığı gerekçesiyle İstanbul Film Festivali’ndeki gösterimi engellendi. Festivali hazırlayan İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) da filmi programdan çıkardı.
Bunun üzerine sinemacılar baskı, sansür ve yasağa karşı filmlerini festivalden çektiler.
Sonra o şu cümleyi kurdu, bu o cümleyi kurdu, beriki de gelip bir başka cümle kurdularla filmin yasaklanmasının nedenini açıklamaya çalıştılar taraflar yani devlet ve İKSV.
Yüzyıllık sansür tarihi olan devlet istedi, İKSV de boyun eğerek yerine getirdi. O andan sonra, kurulacak hiçbir cümlenin kıymet-i harbiyet-i yoktu taraflar için. Çünkü bir film yasaklanmıştı bize, size ve hepimize.
Devletin Bakur'da gördüğü
Devlet Bakur belgeselinde ne gördü de sansür operasyonu yaptı sinemaya? Sevgili Elif Akgül 11 Nisan'da bianet'teki yazısında bize devletin ne gördüğünü bakın nasıl anlatıyor.
"92 dakikalık Bakur belgeseli 21 Mart 2013 Diyarbakır Newroz’unda PKK lideri Abdullah Öcalan’ın PKK’ye geri çekilme çağrısıyla başlıyor.
Dağdaki gerillaların geri çekilme verdikleri tepkiden, dağlarla kurdukları ilişkiye, sabah kalkmalarından akşam yatmalarına kadar gündelik ve siyasi hayatına şehirdeki bizler için pencere açıyor."
Dağdaki gerilla gelip şehrin orta yerindeki sinema perdesinde şehirdeki bizler, sizler, hepimiz için pencere açıyordu. Belli ki sinemada dahi gerillanın görünmesi devleti "rahatsız" etmişti.
Devletin bitmeyen sansürü
Bakur filmine uygulanan sansür ne ilktir ne de son olacak belki de.
Osmanlı döneminden başlayarak cumhuriyetin ilk yıllarından günümüze kadar Türkiye sinemasında sansür uygulamaları hep var olageldi.
1919 yılında Ahmet Fehim tarafından, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın aynı adlı romanından uyarladığı bir Osmanlı konağındaki bir Fransız kadının anlatıldığı Mürebbiye filminden bu yana sansür eksik olmamıştır.
Film de yakar
Devlet bu ya, Halit Refiğ'in Kemal Tahir'in romanından uyarladığı "Yorgun Savaşçı" filmini Türk tarihini tahrip ettiği ve Milli Mücadele gerçeklerini çarpıttığı gerekçesiyle yakar.
Film yakan devlet, Yılmaz Güney’in "Yol" filminin Cannes Film Festivali’nde ‘Altın Palmiye’ ödülü alması üzerine Güney’in tüm filmleri sıkıyönetim tarafından yasaklanır, ellerinde Güney’in filmleri bulunanların da filmleri sıkıyönetime teslim etmeleri yönünde çağrıda bulunulur. Güney'in 104 filminin negatifi toplatılarak imha edilir, kitapları ve posterleri toplatılır, yasaklanır, adından söz edenler de cezalandırılır.
Devlet için üç tarafı denizlerle çevrili vatan toprağında; bir sokağın bozuk kaldırımları bir şehrin kenar semtleri, köylülerin yamalı kıyafetleri, yalınayak çocukların bulunduğu bir sahne, "Anadolu delikanlısının deli olarak" gösterilmesi, türkülerin manevi duyguları zayıflatması, Kürtçe'nin kullanılması, Karadeniz'den boğazın çıkışışının gözükmesi, plajda güneşlenen erkek ve kadını gören düşman kuvvetlerinin buraya karadan çıkartma için en uygun yer olarak görmesi, ideolojik propaganda yapan, suça teşvik eden, genel ahlaka aykırı, askeri ve polisi kötülemek gibi gerekçelerle sinemanın S'sinden anlamayan valisinden kaymakamına, polisinde askerine, bakanına kadar filmler sansürlenip yasaklandı yüzyıl boyunca.
Yüzyıldır yasaklarla, baskılarlar sansürle filmleri engelleyen devleti, "rahatsız" eden sinemacılar da her dem olacaktır.
Son söz; Galeano'nun
Son söz ve son cümle de "Unutkanlığın Düşmanı" olan ve 13 Nisan günü yaşamını yitiren Latin Amerika edebiyatının en önemli yazarlarından Eduardo Galeano'nun olsun.
Bu hikâyeyi belki okumuşsunuzdur, belki dinlemişsinizdir, belki de izlemişsinizdir de (Zafere Kaçış / Escape to Victory filmi)… Lakin Eduardo Galeona bir başka anlatır, işgal altındaki topraklarında Dinamolu oyuncuların boyun eğmeden direnerek öldürüldüğünü.
“Yıllar önce Kiev’de Dinamo’lu futbolcuların neden bir heykeli hak ettiklerini dinlemiştim.
Bana savaş yıllarında bir hikâye anlatmışlardı.
Ukrayna Nazilerin işgali altındaymış. Almanlar bir futbol maçı organize etmişler. Silahlı kuvvetlerinin içinden seçtikleri ulusal takımlarına karşı kumaş fabrikası çalışanlarından kurulu Dinamo Kiev; süper adamlara karşı açlıktan ölenler.
Stad tıklım tıklım doluymuş. Muzaffer ordu o öğleden sonranın ilk golünü atınca tribünler sessizliğe bürünmüş; Dinamo beraberlik golünü atınca canlanmış; ilk yarı Almanların 2-1 mağlubiyetiyle tamamlanınca da tamamen coşmuş.
Birliklerin komutanı yardımcısını soyunma odasına göndermiş. Dinamolu oyuncular uyarıyı dinlemişler:
“Bizim takımımız işgali altındaki topraklarda oynadığı hiçbir maçı kaybetmedi.”
Ardından da tehdidi:
“Eğer kazanırsanız, sizi kurşuna dizeriz.”
Oyuncular sahaya dönmüşler.
Çok geçmeden Dinamo’nun üçüncü golü gelmiş. Seyirciler maçı ayakta ve hep bir ağızdan bağırarak seyrediyorlarmış. Dördüncü gol: Stat yıkılacak gibi olmuş.
Hakem daha süre dolmadan maçı aniden bitirivermiş.
Bir uçurumun kıyısında üzerlerinde formalarıyla onları kurşuna dizmişler."
* Eduardo Galeano, Aşkın ve Savaşın Gündüz ve Geceleri